Büyük velîlerden. İnsanların îtikâd, amel, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenip yapmaları ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan silsile-i aliyyenin sekizincisidir. İsmi, Fadl bin Muhammed’dir. 1042 (H.433) senesinde doğdu. Horasan’da yaşadı. 1085 (H.478)’de vefât etti. Kabri, Tûs yâni Meşhed şehrindedir.
Yaşadığı devrin âlimleri arasında bir tâne idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî hazretlerinden öğrendi. Ayrıca Ebû Abdullah Muhammed bin Muhammed Şîrâzî, Ebû Mensûr Temîmî, Ebû Abdurrahmân Neylî, Ebû Osman Sâbûnî ve daha başka âlimlerden de ilim tahsîl etti. Sözü, nasihatları pek tesirli idi. Selçuklu Devletinin meşhur veziri Nizâm-ül-mülk ve zamânın devlet erkânı kendisine çok hürmet ederdi.
Tasavvuf, rûh ilimlerinin mütehassısı idi. Evliyânın meşhurlarından olan Ebû Saîd Ebülhayr’dan da istifâde ederek feyz aldı. Hocası Ebü’l-Kâsım-ı Gürgânî, Ebû Osman-ı Magribî’nin, bu da Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin talebesi olup, herbirisi, insanlara doğru yolu göstermek için yetişmiş ve yetiştirebilen âlimler idi.
Tasavvuf ilminde yüksek derecelere kavuşması iki vâsıta ile olmuştur. Birisi Ebü’l-Kâsım Gürgânî Tûsî vâsıtasıyla Kübreviyye yolundan, diğeri de Ebü’l-Hasan Harkânî vâsıtasıyla olmuştur.
Ebû Ali Fârmedî hazretleri, hem İmâm-ı Gazâlî, hem de Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin hocası idi. Her ikisi de ondan istifâde ederek kemâle gelmiş, yüksek derecelere kavuşmuştur.
Ebû Ali Fârmedî hazretleri tasavvuf yoluna girişini şöyle anlatmıştır: “Gençliğimin ilk yıllarında Nişâbur’da Sirâcân Medresesinde ilim öğreniyordum. Aradan bir müddet geçti. Bir gün Şeyh Ebû Saîd Ebülhayr hazretlerinin Mihene’den Nişâbur’a gelmekte olduğu haberini aldık. Halk arasında kerâmetleri meşhur idi. Nişâbur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Aralarında ben de bulunuyordum. Mübârek yüzünü görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvuf ehli büyüklere karşı kalbimdeki muhabbet ve sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Artık onun huzûrunda bulunup sohbetlerini dinleyenler arasına katıldım. Beni tanımaz, bilmez sanıyordum. Bir gün medresemdeki odamda iken onu görmek arzum çok arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Dışarı çıkınca etrâfıma bakındım. Ebû Saîd hazretleri yanında kalabalık bir cemâatle bir yere gitmekte olduğunu gördüm. Yalnız başıma onları tâkib ettim. Bir yere dâvete gidiyorlarmış. Dâvet edilen evin kapısına varıp içeri girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Bir müddet kendi hallerinde meşgûl oldular. Ebû Saîd hazretleri öyle bir hâle girdi ki, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra üzerlerinden o hal geçti. Abayı çıkarıp yere bıraktı. Meclisde bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyh hazretlerinin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; “Ey Ebû Ali Tûsî neredesin?” dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, herhalde talebelerinden, adı Ebû Ali olan birini çağırıyor diyerek cevap vermedim. İkinci defâ çağırınca, yine cevap vermedim. Oradakiler bana; “Şeyh hazretleri seni çağırıyor.” dediler. Kalkıp huzûruna yaklaştım. Ayırdığı işlemeli elbise parçasını bana verdi ve; “Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın.” dedi. Verdiği elbise parçasını alıp öptüm. Artık devamlı huzûrunda bulundum. Nûrlu feyz ve bereketlere kavuştum. SonraEbû Saîd hazretleri Nişâbur’dan ayrıldı. Ben Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’nin yanında kaldım. Bende hâsıl olan halleri ona anlattığımda, bana; “Evlâdım, ilim öğrenmekle meşgul ol.” diyordu. İki-üç sene ilim öğrendim. İlimle meşgul oldum. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defâ böyle batırıp çıkardım. Her defâsında mürekkeb beyaz çıkıyordu. Bu hâli Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’ye anlattım. “Mâdemki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak.” deyince, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim. Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî’nin hizmetiyle meşgûl oldum.”
Kendisi anlatır: Bir gün bana bir hal olmuştu. Kendimden geçtim. Bu hal içinde sanki yok ve fark edilmez oldum. Bu hâlimi hocama anlattım. “Ey Ebû Ali! Benim gönül kuşum, buradan yukarısını bilemez.” buyurdu. Ben de kendi kendime, beni bu makamdan ileri götürecek bir mürşide, rehbere ihtiyâcım var, diye düşündüm. Bunun üzerine bir müddet geçti. Gün geçtikçe bu hal artardı. Bu sırada Ebü’l-Kâsım Gürgânî’nin ismini işitmiştim. Tûs şehrine hareket ettim. Evini bilmiyordum. Şehre gelince sordum. Yerini târif ettiler, gittim. Talebelerinden bir cemâatle mescidde oturuyorlardı. Ben de iki rekat namaz kılıp, önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırdı ve; “Gel ey Ebû Ali!” buyurdu. Vardım, selâm verip oturdum. Mânevî hallerimi anlattım. “Evet… Başlangıcın mübârek olsun! Henüz bir dereceye erişmişsin, ama terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşacaksın.” buyurunca, gönlümden; “Artık rehberim budur.” dedim.
Ebü’l-Kâsım Gürgânî hazretleri beni tasavvufta yetiştirmek üzere nefsimin terbiyesi için çeşitli riyâzetler yâni nefsimin isteklerini yapmamamı emretti. Nihâyet arzu edilen derecelere ulaştım. Sonra arkadaşlarımdan Ebû Bekir Abdullah ile beni kardeş yaptı ve bizi berâberce Ebû Saîd hazretlerinin yanına Mihene’ye gönderdi. Ebû Saîd hazretlerinin huzûruna varınca, bana bir parça bez verip duvarların tozunu silmemi söyledi. Arkadaşım Ebû Bekir Abdullah’a da müsâfirlerin ayakkabılarını düzeltme vazîfesini verdi. Üç gün bu hizmeti yaptım. Dördüncü gün beni Ebü’l-Kâsım hazretlerinin yanına geri gönderdi. Sonra iki hocam da vefât etti. Onların yerine sohbetleri ben yapmaya başladım. Talebelerim çoğaldı. İsmim her tarafa yayıldı. Arkadaşım Şeyh Ebû Bekir Abdullah büyük bir zât olduğu halde adı duyulmadı. O şöyle dedi: Şeyh Ebû Saîd onun için; “Ebû Ali bez ile duvarın tozunu sil de, ömür boyunca söz bezi ile Allahü teâlânın kullarının gönül duvarlarındaki mâsiyet, günah kirlerini silersin!” buyurdu. Bana da dervişlerin ayakkabılarını düzeltmemi emretti. Ben de bu vazîfede kaldım. Kimse beni tanımadı, ismimi anmadı.”
Ebû Ali Fârmedî hazretleri, bu hocalarından sonra zamânındaki evliyânın en meşhurlarından ve büyüklerinden olan Ebü’l-Hasan Harkânî hazretlerinin sohbetlerinde daha yüksek derecelere kavuşmuş, kemâl mertebelerine ulaşmıştır. Bunu şöyle ifâde etmiştir:
“Kalbimde hâsıl olan aşk ve şevk ziyâdesiyle artmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin sohbetine kavuştum. Hizmetinde bulundum. Nihâyetsiz feyzlere, mânevî zevklere eriştim.”
Ebû Ali Fârmedî zamânında evliyânın önderi ve hidâyet güneşiydi. Nizâm-ül-Mülk’ün makâmına gelince, büyük vezir derin bir hürmetle ayağa kalkar, onu kendi makâmına oturturdu. Halbuki, başkaları geldiği zaman, sâdece ayağa kalkar, yerini terketmezdi. “Neden böyle yapıyorsun?” diye sorduklarında; “Ebû Ali Fârmedî hazretleri benim yüzüme karşı kusurlarımı söylüyor, yaptığım yanlış işleri, haksızlıkları açıklayıp beni îkâz ediyor. Diğerleri ise, beni yüzüme karşı övüyorlar. Bu yüzden nefsim gururlanıyor. Ebû Ali Fârmedî hazretlerinin yermesi, benim için daha hayırlı olduğundan, ona daha çok hürmet ediyorum.” derdi.
Ebû Ali Fârmedî buyurdu ki: “Talebenin hocasına karşı dili ile saygılı olması gerektiği gibi, söylediğini kalbinden de reddetmemelidir.” Bununla ilgili şu rüyâsını anlatır: Hocam Ebü’l-Kâsım Gürgânî’ye bir rüyâmı anlattım ve ona; “Sizin bana rüyâmda şöyle şöyle dediğinizi gördüm ve niçin böyle yaptığınızı sordum.” dedim. Hocam, bunun üzerine bir ay benimle konuşmadı ve; “Eğer içinde benim söylediklerimi reddetmek duygusu ve cevâb almak arzusu olmasa, rüyânda bana bu şekilde sormazdın.” dedi.
BİR KOVA SU İLE
Ebû Ali Fârmedî hazretleri anlatır: Bir gün hocam Ebü’l-Kâsım Kuşeyrî hamamda gusül abdesti alıyordu. Sormadan ve istemedikleri halde, kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda hakîkaten bu mikdâr suya olan ihtiyaçlarını bilmiyordum. Sonra öğrendim. Hamamdan çıkınca; “Hamamın havuzuna su boşaltan kimdi?” diye sordu. Niçin yaptın? diyeceğinden korktum. Şaşırdım. Nihâyet; “Ben idim.” dedim. “Ey Ebû Ali! Ebü’l-Kâsım’ın yetmiş senede elde ettiği dereceleri, sen bir kova su ile kazandın. Allah senden râzı olsun.” buyurdu. Bir müddet daha hocamın huzûrunda bulunarak, nefsimin terbiyesi ile meşgûl oldum. Birçok mârifetlere kavuştum.
ZAHMET ETMİŞSİN
Ebû Ali Fârmedî hazretleri şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşmıştık. Bu sırada önümüze çok büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korktuk ve kaçıştık. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyh hazretlerinin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterir gibi hareketler yaptı. Ebû Saîd hazretleri yılana hitâb ederek; “Zahmet etmişsin” dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Bu hâdise üzerine Ebû Saîd hazretlerine bu ne haldir, diye sorduk. Dedi ki: “Bu dağda bulunduğum sırada birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tâzeledi. Ahdin güzelliği îmândandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Nitekim İbrâhim aleyhisselâm güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı.”
1) Nefehât-ül-Üns, s.402
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1051
3) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.304
4) Tabakât-üş-Şâfiiyye; c.5, s.304
5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.355
6) El-İber; c.3, s.288
7) El-Lübâb; c.2, s.191
8) Reşehât (Arabî); s.16
9) El-Ensâb; s.316
10) Hadâik-ül-Verdiyye; s.106
11) Behcet-üs-Seniyye; s.13
12) İrgâm-ül-Merîd; s.48
13) Umdet-ül-Makâmât; s.52
14) Makamât-ı Ebû Saîd Ebü’l-Hayr; s.128, 196, 199
15) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.3